Hiçbir hesap kitap yapılmamıştı o akşam yarın için. Sadece akşamın son çaylarının bardakları kalmıştı mutfak tezgahının üzerinde, umutlar, sevinçler, emekler ve planlarda kalmıştı yarına. Ama her gün yarın olduğu gibi yine yarın olacaktı diye de düşünülmemişti çünkü monotonlaşmış hayat bunu bile hatırlatmıyordu artık.
Nede olsa akşam uyuyunca sabah oluyordu, her gün olduğu gibi.
Kimisi dargındı belki, kimisi kırgın, kimisi öfkeden uyuyamadı belki, kimisi heyecandan döndü durdu, kimisi için özel bir gündü, kimisi için sabah olmayacak gibiydi mutluluktan. Kimisi yalnızdı o gece, kimisi ise aile ve akrabalarıyla, kimisi dostunun yanında sabahlamak istemişti, kimisi de eşine sıkıca sarılarak uyumuştu.
Her şey rutindi aslında, akşam olmuş yemekler yenmiş, çaylar içilmiş, yapılacaklar yapılınca geç olmadan uyuması gerekmişti tüm ev halklarının. Çocuklar şefkatle öpülmüş ara tatilden sonra sabaha heyecanla kavuşma coşkusu ile serilmişti yataklar.
Rutin işe deyip şikayetlendiğimiz hayatlar… Rutin işte!
Oysa ne büyük nimetlermiş bu rutinler. Canımız sıkılsaymış bu rutinlerden ama yeter ki canımız yanmasaymış…
Son kez çay/kahve içenler mutfakta tezgahta bıraktılar bardaklarını/fincanlarını, nede olsa sabah olunca hayat devam edecekti. O tezgahta bırakılanlar, yarına umudum var demekti aslında…
Ama her geceden farklı bir geceydi, sis sarmıştı her yanı, bir gariplik, bir ağırlık vardı gecede, yağmurda bastırmıştı sonrasından, hiçbir tahmini yoktu insanlığın nede olsa şikayetlendiği rutin hayat işliyordu yine…
Herkes direnemeden uykuya dinlenmek için kapatmak zorundaydı gözlerini, kimisi bir daha hiç açamayacağını bilmeden usulca kapattı gözlerini, kimisi ise planlarken yarın yapacaklarını.
Gece yarısı bir el herkesi uyandırmak istercesine önce hafif sonra şiddetle salladı insanlığı, evlerden gelen uğultular, kırılan camlar, düşen dolaplar, yıkılan duvarlar. Sanki çığlık atıyordu evler insanlarla beraber. Sanki yeryüzü çığlık atıyordu üzerindeki ağırlığı kaldıramamanın verdiği çaresizlikle.
Daha neler oluyor diye kimse anlamadan yıkılan bütün umutlarla beraber enkaza döndü kimi rutinler, kimi rutinler sokağa zor attılar kendilerini, kimileri de sarsıntı bitene kadar hareketsizce dura kaldılar yerlerinde. Herkes anlamaya çalışıyordu bu yaşananı sadece kişinin kendisi mi yaşıyordu acaba…
Sabah olacaktı aslında ama ne uzun bir geceydi Allah’ım, ne rutin kalmıştı artık nede anlamı vardı o gece hayallerin. Bağrışmalar, tekbir sesleri, çığlıklar, isyan sesleri, korkular ve dehşet sözleri…
Birde beni kurtarın sesinin üzerindeki tonlarca ağırlıklar…
Enkaz başında kalakaldı niceleri, elleriyle aşındırarak toprağı sevdiklerine kavuşmak istediler. Bazıları araçlarına binip güvenli yerlere koştular. Bazıları ise çorapsız, ayakkabısız, incecik uyku kıyafetleri ile yağmurun altında buldular kendilerini sokaklarda.
Allah’ım herkese ne oluyordu böyle…
Allah’ım dünyaya ne oluyordu böyle…
Ve Allah’ım rutinimize ne oluyordu böyle…
Yarım kalmıştı artık çok şey, geri dönüşü yoktu dün geceye, sıkıldığımız rutinlere…
Umutlar, hayaller, hedefler, planlar yarım kalmıştı artık…
Sadece bunlar değil bir tarafımız da yarım kalmıştı artık çünkü çook eksilmişti insanlık…
Depremzede olmuştuk artık, arama kurtarma ekipleri insan aramaya çıkmıştı enkazlar da, bir enkaz değildi bir yerde, yüzlerce enkazda binlerce insan vardı. Kim kime yetişmeye çalışıyordu anlaması zordu artık. Sahi kim ölmüştü, enkazın altındakiler mi? üstündekiler mi?
İnsan toplanma yerleri belirlendi, demek ki herkes dışardaydı! Çadırlar kuruldu, çorbalar pişti, herkes herkese sığındı o gece, insan insana baktı çaresizce… Kınadığımız her durumu yaşamadan ölmeyeceğimizi anlamak için bir film sahnesi gibiydi ortalık. Evlerimize gidemeyip dışarıda kalmıştık, zamanında yersizce eleştirdiğimiz ‘’Suriyeliler’’ diye isimlendirdiğimiz ‘’Muhacirler’’ gibi, kaçmıştık can havliyle lüks evlerimizden, artık ne renklerin uyumu önemliydi ne de mobilyanın adı, geri dönmekte istemedik evlerimize, günlerce ölüm korkusuyla kaldık sokaklarda…
Birde ev sahibi ile kiracı aynı sıraya girip ekmek çorba içtiler belediye çadırlarında, patron ve işçiler de aynı saftaydı artık. Sahi kimin kime üstünlüğü olabilirdi ki, bunu anlamanın adıydı depremzede olmak. Battaniyesiz, yastıksız, montsuz, ayakkabısız dışardaydı herkes…
Derken, korku geçmemiş olsa da bu yaşanılanın adı neydi? Diye sorular sorulmaya başlandı.
Sosyal medyadan bilgiler yağmaya başladı, yüzlerce yılda bir gerçekleşen bir olay olmuştu, asrın felaketi yaşanmıştı. Ve bu yaşananlardan sonra değişmişti adımız.
DEPREMZEDE olmuştuk artık…
Hiçbir hesap kitap yapılmadan hareket etme vaktiydi şimdi. Herkes ellerine bakıp bu eller ne işe yarar demeliydi. Bu bir fırsattı.
İyiliğin, empatinin, acıyı yaşamanın, üşüyeni sarmanın, birilerine ekmek olmanın zamanıydı.
Kurumsal ve bireysel farkındalığın zamanı gelmişti.
Milyonlarca yıllık dünyada asrın felaketini yaşamak payımıza düşmüştü. Asırlardır görülmemiş bir felaket olmuş ise o halde asırlardır görülmemiş bir iyilik, bir yardımlaşma olmalıydı.
Herkes elinden geleni değil daha fazlasını yapmalıydı. Herkes imkan ve ortamına göre sorumluydu bu felaketten. Sadece deprem olan bölgelere yardım edenler değil, deprem bölgesi de iş başında olmalıydı. Felaket telalliğine kulak vermeden, çocuklara umut, açlara aş, ihtiyacı olanlara derman olmalıydı, çünkü en iyi birbirini anlayacak olanlar Depremzedelerdi aslında.
Adımız değişmeliydi artık, DEPREMZADE olma vaktiydi. Bu süreci iyi kontrol edebilmeli, soylu davranışlar sergileme zamanıydı. Şartlarımıza bakmadan çevremize faydalı olma zamanıydı. Çünkü kimisi ekmeğe kimisi sarılmaya ihtiyaç duyuyordu. Kimisi bebek bezine, kimisi bebeği uyutmada yardıma ihtiyacı vardı. Kimisi ağlarken gözyaşının silinmesine, kimisi sadece korkusunu anlatmaya ihtiyaç duyuyordu. Kimisine bir ayet ile teselli, kimisine teslimiyeti hatırlatmaktı görevimiz. Yüz yılın felaketi salih amellerimizi çoğaltmak için bir fırsattı belki de. Din, dil, ırk, mezhep, dernek, vakıf ayrımı yapmadan insanlığa umut, insanlığa bir nebze çare, insanlığa bir tebessüm olabilmekti artık payımıza düşen. Yersiz yorumlardan kaçınarak ‘’ kişiye her duyduğunu günah olarak söylemesi yeter’’ diyen Hz peygamberin tavsiyesini unutmadan hareket etmeliydik.
Evet, DEPREMZADE olma vaktiydi. İnsan toplanma yerlerinde yüzlerce insanla bir arada kalıp iyiliği temsil edebilmek gerekiyordu. Asrın felaketi ancak böyle tedavi olurdu. İnsanlar birbirlerine çaresizce bakarken bir ışı olmak, bir umut olmaktı biz insanların ve biz Müslümanların payına düşen. Mağduriyetin gerçekliğine teslimiyet ile teselliye vesile olmalıydık. Bize yakışanda ancak bu olur/olurdu.
Bu bir süreçtir dostlar, bu izler unutulmaz ve unutulmamalı elbet. Fakat payımıza düşen dünyadaki yaşama payından ve şahit olduğumuz olaylardan mesulüz bilincinde olmalıyız…
Asrın felaketinin şahitliği düştü payımıza,
Acısı olanlara umut olma düştü payımıza, evi olmayana ev, ağlayana mendil, üzülene omuz olmak düştü payımıza. Gıda ihtiyaçlarını kurumlar karşılasa da psikolojik ve inanç anlamında büyük görevler düştü payımıza. Yeter ki her ortam ve her şartta insanlık için en iyi neler yapılabilir duygusunu her şeyden üstün tutalım. İnsanlık adına.
Yaşanan olaylar her ne olursa olsun erdemli insanlar ortamı iyi gözlemleyerek iyiliği yaymak için fırsatları değerlendirmelidir. Hepimiz bu erdeme talip olmalıyız.
Asrın felaketini asrın iyiliği tedavi eder ancak şuuruyla hareket edilmeliydi. Günlerce sokakta kaldığımız kader yolculuğunda herkes kendi toplandığı alandan mesul olmalıydı.
Gerektiğinde çocuklarla oynamak, gerektiğinde yaşlılarla sohbet etmek, gerektiğinde gençlerle hasbihal etmek, gerektiğinde ebeveynlerle muhabbet etmek bir fırsattı bu süreçte birbirini tanımayan bunca insan içerisinde.
Aynı mescidi, aynı lavaboyu kullanmak zorunda kalırken, aynı yemek sırasına girerken, hepimizin temel ihtiyaçları aynı iken birbirimize saygı duymayı öğrenmek için bir okul olmalıydı o sokaklar. Asrın felaketi asrın dersini vermeliydi bize.
Kiracı ile ev sahibi, patron ve işçi, zengin ve fakir aynı masada belediyenin ekmeğini yerken kimsenin kimseye üstünlüğünün olmadığını anlatmalıydı bize asrın felaketi.
Ancak bir okul gibi yaşananlardan ders çıkarıp iyiliğin temsilciliğini yapmayı başaranlar bu süreçte ‘’depremzede’’ olsalar bile ‘’depremzade’’ olmayı başaranlar oldular…
Ve tabi süreç uzayıp giderken yaşanılan bu acı ve büyük imtihanı sürekli zihinlerimizde tutmalı ve Rabbimiz ile aramızı iyi tutmalıyız. Çok net bir şekilde mülkün sahibinin Allah olduğunu o gece bir daha anladık, bu bilinç ile bol bol istiğfara yönelmeli ve geçici olan şu dünyaya çok meyletmemeliyiz.
Kuran ayetlerinden öğrendiğimiz Rabbimizin izni olmaksızın hiçbir şeyin olmayacağını bilerek, aniden hayata veda edeceğimizin bilincinde olarak günahlarımızı da göz ardı etmemeliyiz. Hayır ve şerrin Allah’tan olduğunu söyleyip arkaya yaslanmaktansa hayır ve şerdeki hikmetleri anlamaya çalışmalı ve bu anlamda bol bol okumalar yapmalıyız. Dünya hayatının bir gün son bulacağını insanlığa, nesle ve tabiata zarar vermek isteyenlerin hesaba çekileceğinden emin olmalıyız. Allah’ı toplumdaki söylemlerden değil kendisini en iyi tanıtan Esma'ül Hüsna ile tanımalıyız. Yerine göre merhametinin sınırsız olduğunu bilmenin önemi kadar yerine göre intikam alıcı olduğunu da yerine göre çok şiddetli hesaba çektiğini de ve yerine göre kullarını çok sevdiğini de bilmeliyiz.
Bu konuda söylenecek ve yazılacak sözler çok elbet, fakat bu süreçte sürekli olarak söylediğim bir duayla bitirmek isterim.
Rabbim bu olaydan ne murad ettiysen bu muradını anlamak için bizlere fehm ve feraset ver. Muradını anlamayı ve muradının gerçekleşmesi doğrultusunda payımıza düşen görevleri hakkıyla yerine getirmeyi bizlere nasip eyle lütfen…
Vefat edenlere Rahman olan Allahtan rahmet, geri kalan insanlığa başsağlığı ve sabırlar diliyorum. Rabbimiz bizim merhamet ettiklerimize şüphesiz sen daha çok merhamet edersin…
Şükürle kalın…
Secde’kâr
Yorumlar
Kalan Karakter: