Güzel İstanbul Ve Davetsiz Misafir
Çocukluğumda görmeyi en çok hayal ettiğim şehir olan İstanbul’daydık. Büyük Marmara depreminin hemen sonrası zamanlardı. İnsanlar hala şoktaydı. Biz de ailecek büyülü ancak bizim için bir o kadar da korkutucu olan şehrin kalabalığı, zorluğu ile şaşkındık. Bu şehre alışabilmek, yaşayabilmek imkansız gibi geliyordu. Geçinebilmek de tabii.
Askerlik muayenelerinin de yapıldığı yoğun Gümüsuyu asker hastanesinde çalıştığım yetmiyormuş gibi bir de mesai çıkışında taksim meydanından otobüse binerek Gazi Osman paşa, Yenibosna gibi uzak semtlerdeki tıp merkezi laboratuvarlarına gün aşırı nöbete gidiyordum. İki güne bir akşam evime geldiğimde iki günlük birikmiş iş yapıyordum. Onca yorgunluğa rağmen kendime yüklediğim bu inanılmaz yük intihar mıydı, içinde bulunduğum bunalımdan kaçış çırpınışları mıydı hala bilemiyorum.
Sonunda bedenim iflas etmiş, hep başkalarının başına gelir zannettiğim o zor hastalığa yakalanmış, kanser de olmuştum. Onca yıllık hayat arkadaşının müjde verir gibi patoloji sonucunu telefonda bildirmesiyle bitmeyen işler bitivermişti. İlk aklımdan geçen “Kendime ne yaptım ben!” olmuştu. Belki bu hastalığa yakalanan herkes gibi önce patolojide yanlışlık yapılmıştır gibi her türlü olası sebeple reddetme, sonra yavaş yavaş kabullenme ve derin bir sessizliğe gömülme evrelerini yaşıyordum.
Henüz kırk yaşımdaydım. Kendi isteklerimi hep en sona erteleme hatasıyla yapmak istediğim pek çok şeye henüz başlama imkanı bile bulamamıştım. Hayatın bu kadar kısa olabileceği hiç aklıma gelmemişti. Sağlık yoksa hiçbir şey yoktu, ben yoksam kimse de yoktu...
Yaratandan ötürü tüm yaratılmışları sevip merhamet ettiğim, kimse üzülmesin diye her şeyi üstlendiğim ömrümde, bu sevgi ve merhametten kendimi neden mahrum etmiştim ki. Ben de Allah'ın yarattığı bir sevgili kulu değil miydim, sağlıklı, mutlu olmayı ben hak etmiyor muydum! Kendime yapınca zulüm olmuyor muydu, onca yıl kendime zulmetmeye ne hakkım vardı!..Sonuca bakılırsa yaptığım yanlış olan çok şey vardı ve derhal telafisi gerekiyordu. Ama nasıl???
Ameliyat günü gelmişti, doktorum ameliyat öncesi, sanıyorum hastasına güven verme amaçlı, masaya bağlanan ellerimden birinin üzerine elini koymuştu. O anda anestezi verilmeye de başlanmıştı, bayılmak üzere, sarhoş gibiydim ve o sıcacık elde ömrümce çok ihtiyacım olan, sanki hep beklediğim bir şeyler hissettim. Tanımı zor duygular... Sevgi, huzur, güven ve daha tanımsız pek çok duygu işte. O sıcacık eli sıktığımı ve anestezi nedeniyle yavaş yavaş bıraktığımı hatırlıyorum sadece.
Uyandığımda hala o elin verdiği huzur ve güveni hissediyordum, ne çok ihtiyacım varmış meğer. Sanki aşık olmuş gibiydim; Çok anlamsızdı biliyordum ama önüne geçilir bir şey de değildi...
Bu yüzden de patoloji sonucuma göre hastalık beklenenden çok daha kötü cins ve yayılmış çıktığı için doktorum "Göğsünüzü biraz daha temizlememiz, koltuk altı lenf bezlerini almamız gerektiğinden sizi yeniden ameliyat etmem gerekiyor ne yazık ki." diyerek, üzüntü içinde defalarca özür dilerken, bir kez daha o elin sıcaklığıyla hissettiğim duyguları yaşayacağım için sevinçten uçuyordum adeta. Hiç sorun değil, üzülmeyin doktor bey, ameliyattan hiç korkmam diyordum. Belki de eksikliği hastalıklarımın da sebebi olan, o elin sıcaklığında bulduğum sevgi, huzur ve güven bu kadar önemliydi demek ki...
Hastanede yattığım sonraki günler flaster allerjisinden bedenimde, hemşire hanımların pansuman yapmak için geldiklerinde bakmaya dayanamayarak çığlık çığlık kaçtığı, içine parmak girebilecek derinlikte yaralar açılmıştı fakat o yaralı halimde acımı duymuyor, pansumana gelecek diye sevgili doktorumun yollarını gözlüyordum. Kanser olduğum, ölüm hiç aklıma bile gelmiyordu.
Sonraki zamanlarda endişelenip anlatmamla psikiyatri uzmanı genç bir doktor bu halimi hastalıktan kaçış, reddetme sendromu olarak tanımladı. Doktorun baba figürü, kurtarıcı da olması nedeniyle; Özellikle eşine güvenini kaybetmiş, dolayısıyla limanını kaybetmiş olan benim sığınacak liman olarak gördüğümü, maruz kaldığım zor hayat ve ciddi hastalık nedeniyle bunun çok doğal olduğunu anlattılar uzun uzun. Çok da iyi anlayamasam da, her neyse de çok güzeldi. Neylerse güzel eyleyen Rab'bim elbette yine güzel eylemişti şükürler olsun.
Aksi halde karalar bağlayıp hastalığı, ölümü düşünerek moralimi bozsaydım daha mı iyi olurdu sanki. Belki de dayanamazdım Allah korusun. Bu yüzden yaşattı mutlaka bütün bunları, her birimizi bizden iyi bilen, koruyup kollayan yüce Rab'bimiz.
O yaraları yurt dışından aldığı ilacını evinden getirerek tedavi eden, idealist yüksek hemşire yüzbaşı Sevda Bilgin ve sırf ben seviyorum diye bütün gün çalışıp gittiği evinde akşam haşhaşlı çörek yapıp getiren türünün son örneği yine ideal hemşire ve kadın olan Tülay Biçer dostumu da hep minnetle andım. Onlarla birlikte her iki ameliyatımı başarıyla yaptığı gibi ince ruhlu davranışları, ilgisi, anlayışı ile de çok emek veren sevgili doktorum, Prof. Dr. Akif Tan bey ve diğer emeği geçen tüm sağlık personelinden Allah ebeden razı olsun.
On beş gün arayla ikinci ameliyatla koltuk altı lenflerimin alınması ve flaster allerjisiyle oluşan yaralarımdan biraz fazlaca canım yanmaya başladığı zamanlardı. Çocuklarımın babası ziyaretime gelmişti, sırt üstü uyuyamıyor, sağa sola da dönemiyordum yaralarım nedeniyle. İlk defa biraz sızlanıp ağlamıştım ve "Bu yaşıma kadar hiç kimseye bilerek zarar vermedim, kötülük yapmadım, hep iyi bir insan olmaya çalıştım, neden benim başıma geldi bu kötü hastalık?" dedim.
"Geçecek geçecek." deyip eve gitti çocuklarımın babası. Yalnız kaldığım hastane odasında yanımda duran televizyonun kumandasını alarak karşı duvarda monteli televizyonu açtım. 2002 ramazan ayıydı. Bir ilahiyat profesörü ile bir psikolog hanım profesör ramazan sohbeti yapıyorlardı ve açtığımda ilk cümle şuydu; "Bazı kişiler başlarına gelen hastalıkların Allah'ın onlara verdiği ceza olduğunu zannederler ve neden benim başıma geldi diye sorarlar. Oysa Allah ceza olarak değil, sevdiği, kendisinden uzaklaşmasını istemediği kullarına dertler vererek, dua etmelerini, kendisinden uzaklaşmamalarını sağlamaya çalışır." Baka kalmış ve çok sevinmiştim.
Ne tesadüf sorumu cevapladılar, zannettiğim gibi değilmiş şükür. Allah'ım benim kendisinden uzaklaşmamı istemiyormuş demek ha, ne güzel, yakınmıymışım ki, seviyor mu acaba gerçekten beni bu hiç dindar olmadığım halime rağmen gibi düşüncelere dalmıştım.
Hastaneden çıktıktan sonra da, idolüm olan, yirmi yıl önce meme kanserini yenmiş, güçlü ve çok özel kadın, büyük şehir belediyesinin İstanbul'u yeşillendirme projesinin mimarlarından Esin ablacığım hiç elimi bırakmamış, beni Kartal'larda felsefe seminerlerine sürüklemişti epey.
İki mükemmel kız evladını tek başına yetiştirmiş, yıllarca anne babasına da bakmış emekli ziraat mühendisi Esin Akdeniz. Çok kitap okumuştu besbelli, ne kültürlü kadındı. Bana da Tanrı’yla Sohbet isimli bir kitap vermişti. Okumaya başladığımda ilk dikkatimi çeken cümle şu olmuştu; "Sen hayatında bazı sınavlarını vererek Tanrı’yla sohbet aşamasına gelmişsen, Tanrı’ya net bir sorun olduğunda bunun cevabını mutlaka alırsın. Bu cevap ama bir kitapta olur, ama bir şarkıda, ya da bir televizyon programında." Şoktaydım adeta. Hemen hastane odasında soruma televizyondan verilen cevap gelmişti aklıma. Tesadüf değilmiymiş, cevap veren Allah'ım mıymış. Aman Allah'ım! Rab'bimle sohbete mi başladım cidden gibi düşüncelerle şaşkına dönmüş, biraz da korkmuştum hatalı bir düşünceye kapılmış olma endişesiyle.
Sonraki günlerde gittiğimiz felsefe seminerlerinde çakralara, aydınlanmalara epey kafa yormuş, Esin ablamın "Bir sonraki toplantıya herkes gidemeyecek, çok özel bilgiler, sırlar verilecek." ön bilgisiyle endişelenmiştim de. Utana sıkıla, "Şey! Esin ablacığım, ben o söz ettiğin gizli bilgilere, sırlara hazır değilim sanıyorum, beni korkutuyor, gelmesem gücenir misin?" demiştim. O da her zamanki bilge tavrıyla "Yook, tabi canım benim, hazır değilsen gelme, zamanı vardır, belki senin yolun başkadır." demişti.
Yıllar sonra da olsa öyle de olmuştu çok şükür. Benim yolum aşk yoluydu. Tasavvuftu. Kendimi bulmamı, bu günlere erişmemi, yaşadığım her şeye tebessümle bakabilmeyi, on bir yıl sonra ikinci kez aynı ciddi hastalıkla, üstelik tek başıma hala savaşabiliyor olmamı sağlayan güç, enerji aşktı... Her şeye aşkla bakabilmem, yaşayabilmemdi. Lutfedene sonsuz şükürler olsun...
Tasavvuf bana aşırılıklardan kurtulabilmeyi, daima ortada, dengede olmayı, kendimi de sevmeyi, düşünmeyi, korumayı, kendime yetebilmeyi ve pek çoğumuzun en büyük hatası, eksiği olan, uğruna kalan ömrünü adamaya değer bir idealim olması gerektiğini öğretti şükürler olsun. Kendimi bulmak, Rab’bime vasıl olmak. Dünyaya geliş amacıma hizmet edebilmek...
Her koşulda ve her şeye rağmen daim şükürle ve illa Aşk’la yaşamak. Daha pozitif, enerjik, daha sevgi dolu bir insan oldum okuyup, öğrendiklerimi hayatıma geçirmeye gayret ettikçe. Şer görünendeki hayrına kurban olduğuma, lutfedene sonsuz şükürler olsun. Tamamlanabilmeyi de nasip eylesin. Amin Ya Rab'bi!..
İlla Aşk /Adevviye Şeyda
(Kitabımı okuyan pek çok hasta hanımdan, aynı duyguları yaşamış olmalarından dolayı, yalnız değilmişiz diyerek ağladıkları, doktoruma duyduğum duyguları anlattığım satırları tekrar tekrar okudukları bildirimi mesajlar almakla kitabımın yazılış amaçlarından birine daha ulaştığı farkındalığıyla çok mutlu oldum.
Işık olmaya, moral - güç vermeye devam etmesi dileğimle. Sevgilerimle...