Bir uzman olarak son yıllarda odamda en çok duyduğum cümlelerden biri şu: “Yetmiyor.” Notlar yetmiyor, emek yetmiyor, başarı yetmiyor… Sanki görünmez bir jüri var ve biz ne yaparsak yapalım başını sallamıyor. Bu yorgunluğun adı çoğu zaman “mükemmeliyetçilik” ama bedeli oldukça insani: tükenmişlik, erteleme, keyif alamama.
Mükemmeliyetçilik ilk bakışta çalışkanlık gibi görünür. Düzenli, hedefli, disiplinli… Kim itiraz edebilir ki? Ama işin iç yüzü farklıdır. Mükemmeliyetçi zihin, başarıyı değil hatayı arar. Yapılan on doğruyu görmez, tek yanlışı büyütür. Dinlenmeyi ödül değil, suç sayar. Ve zamanla kişi, yaptığı işten çok kendisiyle savaşır.
Seanslarda sıkça şunu konuşuruz: “Kime yetmeye çalışıyorsun?” Bu soru basit ama sarsıcıdır. Çünkü çoğu zaman cevap net değildir. Geçmişten kalan bir beklenti, karşılaştırmalarla büyümüş bir ses, sosyal medyada cilalanmış hayatlar… Hepsi iç içe geçer ve kişi kendi ölçüsünü kaybeder. Kendiyle arasına bir cetvel koyar; hep kısa gelen tarafta kalır.
Samimi olayım: Mükemmeliyetçilik çoğu zaman takdir edilmenin yolu olarak öğrenilir. “En iyisi olursan sevilirsin” mesajı, fark edilmeden yerleşir. Oysa sevgi, performansla ölçülmez. İnsan, olduğu haliyle de değerlidir. Bu cümleyi söylemek kolay, içselleştirmek zordur. Ama iyileşme tam da burada başlar.
Mükemmel olmayı bırakmak, özensiz olmak değildir. Aksine, insana yakışır bir özenle yaşamaktır. Hata payı bırakmaktır. “Bugün bu kadar” demeyi öğrenmektir. Bazen yapılacaklar listesinden bir madde silmek değil, listeyi masadan kaldırmaktır.
Bir köşe yazısına sığar mı bilmiyorum ama şunu bırakmak isterim: Hayat bir jüri değil. Sürekli not verilmez. Alkış her zaman gelmeyebilir ama nefes almak, durmak ve yettiğini hissetmek mümkündür. Mükemmel olmaya çalışmaktan vazgeçtiğimizde, çoğu zaman daha gerçek ve daha huzurlu bir hayat başlar.
Yorumlar
Kalan Karakter: