Bazı kadınlar doğuştan şanslıdır. Yolları düz, arkaları sağlam, omuzları hafiftir. Diğerleri ise, kendini sıfırdan büyütür. Duygularını tartmayı, susarak anlatmayı, varlığını bağırmadan duyurmayı öğrenir. Onlar için hayat, gösteriş değil dengeyle ilgilidir. Ve ne tuhaftır ki, işte tam da bu yüzden; en çok göz ardı edilen hep onlar olur.
Modern toplum, değer ölçüsünü gürültüyle karıştırır. Ne kadar görünürsen, o kadar varsındır. Ne kadar susarsan, o kadar eksiksindir. Ve bu denklemde, zarafet hep kaybeder. Çünkü ölçülü davranan, “soğuk”; net konuşan, “kibirli”; fazla anlayış gösteren, “duygusuz” yaftasıyla susturulur. Oysa bunların hiçbiri eksiklik değil, derinliğin semptomudur. Ama derin olan, çoğu insana fazla gelir. Çünkü herkes taşıyamayacağı bir ağırlığın önünde ya küçülür, ya da onu küçümsemeye çalışır.
Psikolojide yansıtma savunma mekanizması olarak geçer bu: İnsanlar, kendi eksiklerini gördüğü kişileri değersizleştirerek, varoluşsal tehdit hissinden korunur. O yüzden bir kadının “fazla düzgün” olması, karşısındakini rahatsız eder. Çünkü onun varlığı, çoğu kişinin içinde yüzleşmediği boşlukları hatırlatır.
Böyle kadınlar hayatına bir kere girer. Girdiklerinde sadece düzen getirmezler; seni baştan yazarlar. Bakış açını değiştirirler. Sevgiyi yeniden tanımlarlar. Yanında huzur öğrenilir, iletişim bir sanat hâline gelir. Ve belki de en kıymetlisi: Varlıklarıyla bile iyileştirirler. Ama bu iyilik çoğu zaman fazla gelir. Çünkü insan en çok, kendisini değiştiren şeyden korkar. Bu kadınlar her zaman oradadır aslında. Gitmezler. Sabırla beklerler. Ama sorun şudur: Ne zaman o çok istediği şeyin olmayacağını anlarlar, umutları biter. Ve umut bittiğinde, mücadele de biter.
İşte tam burada psikoloji devreye girer. Martin Seligman’ın “öğrenilmiş çaresizlik” kuramına göre, bir birey defalarca çabaladığı hâlde sonuç alamazsa, bir noktadan sonra artık çabalamayı bırakır. İçsel motivasyonu devre dışı kalır. İşte bu kadınlar da, o çok istediği şeyin –anlaşılmak, görülmek, kalmaya değer bulunmak– olmayacağını anladığı anda artık savaşmaz. Daha çok susar, daha çok anlayış gösterir. Ve dışarıdan bakıldığında “hala orada” görünse de, içsel olarak çoktan gitmiştir.
Bu yüzden en çok da bu kadınlar kaybedilir. Çünkü giderken kapıyı çarpmazlar. Sadece sessizce çekilirler. Ve insanlar onları kaybettiklerini çok geç anlarlar. İşte bu yüzden, o kadın gitmişse artık kazanılamaz. Çünkü kaybettiğiniz onun sevgisi değil; en başta sunduğu, kendinizi iyi biri zannettiğiniz ayna etkisidir.
Bu nedenle, kendine yeten kadınlar çoğunlukla cezalandırılır. Uyum sağlamak için kolaylaşanlar, ilk vazgeçilen olur. Çünkü toplum hâlâ, zoru değerli, kolayı sıradan sayar. Herkesi anlamaya çalışan kadına, kimse “Sen nasılsın?” demez. Her yükü kendi taşıyana, bir de “Neden bu kadar suskunsun?” diye sorulur. Oysa bu sessizlik, pes etmek değil; gereksiz savaşlara veda etmektir. Bir kadının bir şeyin olmayacağına emin olmasıyla birlikte başlayan o sessizlik… işte en yüksek sesi orada duymak gerekir.
Yorumlar
Kalan Karakter: