Ben 1944 doğumluyum. Yaşım üççeyrek asrı geçti.. Küçüklüğümde ne televizyon ne
bilgisayar ne de radyo vardı. Radyo varsa bile, bizim evde yoktu. Akşam olsun da dedemizin,
ninemizin dizlerine yaslanıp onlardan masal dinlemeyi iple çekerdik. Bize hayat dersleri
masal ve hikâyelerle verilirdi. Şimdiki gibi ekranlarla değil. Okullara konferansa
çağrıldığımda konferansıma, aksakallı, nur yüzlü dedemden dinlediğim bu masalı anlatarak
başlıyorum. Bakalım siz de sıkılmadan okuyacak mısınız?
Bir bahar mevsimi, prens atına atlayarak arkadaşları ile bir kır gezintisine çıkar. Yemyeşil
halı örtüsüne bürünen, rengârenk çiçeklerin açtığı kırlarda dolaşırken yol kenarındaki bir
tarlada kan ter içinde çalışan bir köylüye rastlarlar. Prens, atından inerek köylünün yanına
varır, selamını verir.
• Prens: Tarla senin mi?
Kan ter içinde çalışan köylü cebinden çıkardığı mendille terini siler.
• Köylü: Hayır efendim, patronun. Ben işçi olarak çalışıyorum.
• Prens: Kaç para alıyorsun? ( Bugünkü parayla elli TL. Aldığını söyler.)
• Prens: Ev kira mı?
• Köylü: Kira efendim.
• Prens: Çoluk, çocuk var mı?
• Köylü: Var efendim.
• Prens: Pekâlâ bu para sana yetiyor mu?
• Köylü: Yetiyor efendim; üstelik ben bu paranın üçte biriyle borç ödüyorum, üçte
biriyle yatırım yapıyorum, geri kalanıyla da evimin geçimini sağlıyorum,
Prense göre çekirdek parası olan bu paraya karşılık köylünün verdiği cevapla kendisiyle dalga
geçtiğini sanır ve sorar:
• Prens: Benim prens olduğumu biliyorsun, herhâlde benimle dalga geçmiyorsun
değil mi?
Köylünün “Haddime mi düşmüş efendim, niye dalga geçeyim, olanı söylüyorum.”
dediğinde prens izahını ister.
Ben de burada öğrencilere soruyorum. Bu köylü kime borç ödüyor, nereye yatırım
yapıyor, dediğimde öğrencilerden muhtelif cevaplar alıyorum. Doğru cevap verenleri
ödüllendiriyorum. Haydi, aynı soruyu sizlere de soralım bu köylü kime borç ödüyor ve nereye
yatırım yapıyor? Alttaki cevabı okumadan siz de bir zihin jimnastiği yapın.
Köylü: “Efendim! Ben küçükken nasıl babam, annem beni besleyip büyütmüşlerse şimdi
onlar yaşlandı, bakıma muhtaç hâle geldiler. Kazancımın üçte birini onların bakımına ayırarak
onlara olan borcumu ödüyorum. Çocuklarım da eğitim çağında olduğu için üçte birini de
onların eğitimi için harcayarak onlara yatırım yapıyorum. Geri kalanını da ailemin geçimi için
harcıyorum.” diye cevap verir. Bu cevap prensin hoşuna gider.
Evet, sevgili okurlarım, bu masalın verdiği mesajı alamayan okurum bilsin ki yaşayacağı
sıkıntıları şimdiden göze almak durumundadır. Hayatta “yankı” diye bir şey yoktur. Hayatta
“gerçek” vardır. Hayata ne verirseniz karşılığında onu alırsınız. Alınteri verirseniz karşılığı
başarıdır. Alınteri vermez, tembellik yaparsanız sonu sürüngenliktir. Babalarımızdan mal,
unvan, şöhret, miras kalır; ama başarı miras kalmaz. Babalarından servet kalan bazı
öğrencilerimin şu anda sefalet içinde olmaları beni çok üzüyor. Karnını nasıl doyurur dediğim
nice öğrencim de bütün imkânsızlıklarına rağmen alınteri sonucu bugün, Manisa’nın önde
gelen zenginleri ve ülkemizin önde gelen bürokratları arasında yerini almaktadır. Mal, mülk,
şan, şöhret, rütbe, sağlık, gençlik, güzellik ilelebet insanda kalıcı değildir. Bunların hiçbiri
insana ait değildir. Zaman gelir hepsi insanı terk eder.
.
Lisede iken düzensiz bir öğrenci arkadaşım vardı. Otuz 36 yıl sonra 1997 yılında
İzmir’de karşılaştım. Baktım üzeri başı derli toplu değildi. O arada yakındaki bir kahvede
oturarak hayatını dinledim. Okuldan sonra evlenmiş. Düzensiz öğrencilik hayatı, iş hayatında
da devam etmiş çok iş değiştirmiş. Hiçbir baltaya sap olamamış. Neticede evi de
geçindirememiş ve üç çocuklu hanımı da sonunda kendisini terk etmiş. Sonuç: Yanlış ve kötü
yollar. O ara öğle vakti idi. Kendisini bir lokantaya götürdüm, yemekte o da bana durumumu
sordu. Ben de durumumu kendisine söylediğimde gözleri nemlendi. Yemekten sonra
ayrılırken cebine biraz da harçlık koydum: “Allah ısmarladık!” diye ayrılırken boynuma
sarılarak: “Kadir’ciğim, siz güzelliklere talip oldunuz, çoluk çocuğunuzla birlikte güzellikler
içinde yaşıyorsunuz. Ben ise çirkine ve yanlışa talip oldum, sonunda da burnuma kadar
çirkefin içine battım. Kendimi geçtim, çoluk çocuğuma üç gün olsun güzel bir gün
yaşatamadım ona kahroluyorum. Ne olur, benim durumumu öğrencilerine anlat da benim
durumuma düşmesinler.” dedi ve gözyaşı içinde birbirimizden ayrıldık. Kaldı ki arkadaşımla
beraber okuduğumuz yirmi dört kişilik sınıfımızda doktor, mühendis, profesör, milletvekili
dahi çıktı.
Yine geçenlerde rahatsızlığım nedeniyle hastaneye giderek Doktor bir öğrencime
muayene oldum. Reçetemi alıp dışarı çıkarken Doktor öğrencim kolumdan tutarak: “Hocam
çay içirmeden göndermem.” dedi. Ben de bunun üzerine: “Doktor’um dışarıda bir sürü hastan
beklerken ben senin çayını içip senin işini aksatmak istemem.” dedimse de Doktor Bey:
“Hocam, hem çayımızı içeriz hem ben de hastalarımı muayene ederim. Her zaman sizi
göremiyorum, lütfen beni kırmayın.” ısrarı üzerine kabullendim. Doktor Bey kantine telefon
ederek çay söyledi ve 10 dakika sonra çay geldi. Aaa, bir de ne göreyim, çayı getiren de eski
bir öğrencim. Beni görünce “Hoş geldin Hocam” diyerek elimi öptü ve getirdiği çayı ikram
etti. İşin tuhaf tarafı, çayı getiren öğrencim de yıllar önce Doktor öğrencimle aynı sınıfta
okuyan eski bir öğrencimdi, yani Doktor Bey’in eski bir sınıf arkadaşı. Tıpkı benim eski bir
sınıf arkadaşım gibi. Buna benzer müşahhas misaller mi istiyorsunuz? Çok. Alın işte, eski
öğrencilerimden S. Balaban. Manisalıların yakından tanıdığı Hedef Dershaneleri ve Hedef
Koleji sahibi ve koordinatörü, profesyonel eğitimci Semih Balaban. Onunla aynı sınıfta, aynı
öğretmenlerde okuyan bir öğrencim de onun okulunda yardımcı personel olarak çalışmaktadır.
Sanayiye doğru uzanırsam bunun örneklerini o kadar çok görüyorum ki mühendis öğrencim,
maiyetinde çalışan öğrencim; sanayici öğrencim, fabrikasında işçi olarak çalışan öğrencim.
Bu misallerden sonra şu soruyu hep beraber soralım. Aynı okulda, aynı öğretmenlerde
okuyup da arkadaşımın ve öğrencilerimin bu konumda olmalarının sebebi; annesi, babası mı,
öğretmenleri mi? Tabii ki hiçbiri. Yine köyümüzde ana-babasına bakmayan Yakup isimli biri
vardı. Adı kötü Yakup kaldı. Ne kızını alan ne de oğluna kız veren oldu. Bu arada İstiklal Marşı
Şairi rahmetli Mehmet Akif Ersoy’un da bir şiirini hatırlatmış olayım.
Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası/ Dostunun yüz karası, düşmanın maskarası.
Kısacası hayatta yankı yoktur. Hayatın gerçeği vardır. Hayata ne verirseniz, karşılığında
onu alırsınız. İleride borcunuzu ödemenin, çocuklarınızı eğitmenin yolunun, oturduğunuz
sıralardan geçtiğini unutmayın. Evet, gençler! Yıllarım aranızda geçiyor. Lütfen ama lütfen,
kiminle gezdiğinize, kiminle arkadaşlık ettiğinize dikkat edin; çünkü bülbül güle, kargaçöplüğe götürür.www.kadirkeskin.net
Not: Okul Müdürünün Günlüğünden adlı kitabımdan
Yorumlar
Kalan Karakter: