Birinci Bölüm)
Geçtiğimiz hafta İstanbul seminerlerimin yanında Maltepe L tipi kapalı Cezaevinde de “ Değerlerimize Rağmen Neden Buradayız?” konulu seminerim vardı. Seminer verdiğim okulların müdürleri : “ Sayın hocam cezaevlerinde ne anlatıyorsun?” diye merak ederek sordular. Bu arada bazı dostlarım da sık sık bu soruyu soruyorlar. Dostlarımın da merakını gidermek açısından bu haftaki ve bundan sonraki haftalarda birkaç yazımı dostlarımın merakını gidermek açısından cezaevlerinde verdiğim seminerime ayıracağım. Tabii seminerlerimde ifade ettiklerimi birebir satırlara dökmem mümkün değil. Ama dostlarımın merakını gidermek açısından kısaca ele aldığım konu başlıklarını izah edersem, herhalde cezaevlerinde ne anlattığım kısmen anlaşılmış olur.
Konya’da N. Erbakan Üniversitesinin davetlisi olarak İlahiyat ve Eğitim Fakültesine verdiğim seminer sonu üniversitenin Konya Cezaevi ile sosyal anlaşması gereği beni Konya Cezaevine de seminer vermemi teklif ettiklerinde ” Ben cezaevinde ne anlatırım?” diye sabaha kadar uyuyamamıştım. İnsan zora geldi mi mutlaka bir çıkış yolu buluyor. Önce başlıkta ifade ettiğim konuyu tespit ettikten sonra bu başlığın altını da kolayca doldurmada Rabbim yardım etti. Tevafuk ya, ne anlattığımı bilmediğim bu ilk seminerde Ankara’dan Cezaevi genel müdürlüğü görevlilerinden Sayın Hakan Erdem beyefendi de seminerde varmış. Yetkililerin de ilgisini çeken seminerim sonu, beni Ankara yüksek güvenlikli Sincan Cezaevinde olmak üzere ve daha sonra da Adana Cezaevinden İstanbul, Konya, Kütahya, Manisa’dan İzmir’e kadar ilçeleri dahil bir çok cezaevinde seminer verdim.
Her cezaevinin mükemmel bir konferans salonu var. İlgililer tarafından sahneye davet edilip, kısa bir süre salondaki mahküm kardeşlerimi süzüp, selamlaşma faslından sonra sözüme: “ Çok değerli kardeşlerim dışarıda sokaklarda gezen insanlar ne kadar suçsuz ve günahsız değilse, burada bulunan herkes de suçlu günahkar değildir.” diyerek sözüme başladığımda gözlerde bir ışıltı oluşuyor. Bu ışıltının devamı için;
1- Tarihte nice nice suçsuz insanlar buralara düşmüş, gerek baldıran zehriyle, gerekse sehpada son nefeslerini vermişlerdir. Eski Yunan’da Ahlaksızlığın tavan yaptığı bir dönemde Yunan gençlerine ahlak aşılamayı, ahlaksızlık olarak gören Yunan hakimleri Sakrates’e ‘Yunan gençlerinin ahlakını bozuyorsun’ gerekçesiyle baldıran zehriyle idamına karar verirler. Sokrates ölüme giderken eşi ve öğrencileri ağlarlar” Sokrat: “ Niçin ağlıyorsunuz?” diye sorduğunda” “ Efendim senin haksız yere ölüme gittiğin için ağlıyoruz” dediklerinde, büyük mütefekkir “ Haklı olarak gitsem daha mı iyi?” diye karşılık vermiştir. Evet Soktrat asırlar sonra hala unutulmadığı halde, onun idamına karar veren hakimlerin hiç birinin esamesi okunmamaktadır.
2- Tarihte misalleri çok da ben yakın tarihten ülkemizden bir misal vereyim. 6 yaşında ayaklarımı cızlavat kara lastikle buluşturan sadece ve sadece ülkemize hizmetten başka hiçbir kusuru olmayan rahmetli Menderes idam sehpasına götürülmeden önce bıraktığı mektupta : “ 10 yıl ülkeme hizmet ettim. Bu on yılımı tarihçiler de yazacak, dalkavuklar da yazacak. Ama benim milletim dalkavukların değil, tarihçilerin yazdığı tarihe inanacak” diyerek sehpada son nefesini vermiştir. İdamından 74 yıl sonra rahmetli, ülkemizin bir çok köşelerinde “MENDERES HAVA ALANI, MENDERES KÖPRÜSÜ, MENDERES ANADOLU LİSESİ” ismiyle anılırken, ayrıca milletin kalbinde de yaşamaya devam etmektedir. Bugün “Menderes” ismi anıldığında milletimizin kahir ekseriyeti merhumu rahmetle anarken, Adnan Menderes’in idamına karar vererek kalemlerini kıran Altay Ömer Egesel ile Salim Başol’un hiç ismini duyan veya duyup da rahmet okuyan var mı?” dedikten sonra mahkûm kardeşlerime: “ En büyük yargıç insanın vicdanıdır. Vicdanın sesini erenler TANRI FISILDAMASI oyarak kabul ederler. Vicdanen kendinizi suçlu görüyorsanız suçlusunuz, değilse, suçlu değilsiniz” dedikten sonra;
3- Mal kaybeden bir şey kaybetmiştir, onurunu kaybeden birçok şey kaybetmiştir. Fakat umudunu kaybeden her şeyini kaybetmiştir. İnsan 40 gün aç, 4 gün susuz, 4 dakika havasız yaşarmış. Ama 4 saniye umutsuz yaşayamazmış. İntiharların da bu dört saniyede gerçekleştiği söylenmektedir. Şu anda hepinizin “ Keşke” kelimesini sıkça kullandığınızı biliyorum. Ülkemizde idam yok. Günü geldiğinde hepiniz çıkacaksınız. Bugün benim burada bulunmamın amacı umudunuzu yitirmemeniz ve buradan çıktıktan sonra tekrar buraya gelmemeniz içindir. Umutlu olmak için çok sebebimiz var. Devletimiz burada sizi aç susuz bırakmıyor. Her türlü sağlık giderleriniz karşılanıyor. Kanuni haklarınızı sonuna kadar kullanıyorsunuz. Ya Esed’in SENEDYA hapishanesinde olsaydınız? Üstelik çok sağlıklı olduğunuzu görüyorum. Hepiniz de milyonluk, milyarlık değil trilyonluk insanlarsınız. Şu anda sağlıklı olarak sahip olduğunuz organlarınızın hangi birini para ile satın alabilirsiniz, dediğimde gözler iyice canlanıyor.
5- O malum beş Nisan kararlarında dövizle iş yapan iş insanlarımızın bir çokları beş Nisan kararları sonu mal varlıklarını bir gecede kaybedenler oldu. Bunlardan biri olan bir iş adamımız gecenin köründe doktoruna açtığı telefonda : “ Doktorum bittim, yıkıldım, çöktüm her şeyimi kaybettim.” Doktor: “ Hayır bak konuşuyorsun” “ Konuşuyorum.” “ Beni duyuyorsun?” “Duyuyorum” “ Görüyorsun?” “ Görüyorum” “ Elin tutuyor, yürüyorsun da?” “ Evet yürüyorum” “ Sağlıklı nefes alıp veriyorsun?” “ Evet alıyorum.” Doktor devamla: Şu anda senin sahip olduğun imkanlara sahip olmak için nice zengin hastalarım her şeyini vermeye hazır” diye cevap verir. Şu anda hastanelerde trafik kazasında tümüyle felç olmuş veya tedavisi mümkün olmayan kanser hastalarımız, nefes alıp vermek için çırpınan makineye bağlı kuaf hastalarımızı düşün. Şükretmek için çok sebebin var.” der. Nasrettin hocanın karısı: “ Efendi efendi!. gördüğüm tek et kasabın dükkanının camında, gördüğüm tek sebze de manavın raflarındakiler.” diye şikayet edince, Hoca da: “ Şükret be kadın bunları görecek gözün olmasaydı ne yapardın?” diye karşılık verir karsına. Burada bulunmakla belki bir çok şeyinizi kaybettiniz ama sakın umudunuzu kaybetmeyin. Burada birçok meslek kursları bulunuyor. Bu kurslarda meslek sahibi olup da dışarıda patron olan bir çok kardeşimin olduğunu da yakinen biliyorum.
6- Saçı sakalı ağarmış yaşlı bir adam genç bir bayanla evlenir. Ama bakar ki saçı sakalı dolayısıyla hanımının yanında sırıtıyor. Gider berberin önüne oturur.” Usta genç bir bayanla evlendim. Sokağa çıktığımda hanımın yanında insanlara karşı mahcup oluyorum. Ne olur saçlarımın beyazını ayıkla da eşimin yanında insanlara karşı mahcup olmayayım.” Berber makineyi ve makası eline aldığında bakar ki beyaz saçlar siyah saçlardan daha çok. Makineyi sıfıra tutarak adamın saçlarını önüne yığar ve der ki: “ Arkadaş benim işim çok, saçlarının beyazını var sen kendin ayıklayıver”
7- Değerli kardeşlerim, buraya gelirken gördüm herkes sokakta kendi işinin, aşının başında, çoluk çocuğunun yanındayken şu soruyu kendimize soralım: “ Biz neden buradayız?” Buraya düşmemizin sebebini dışarıda aramaya kalkarsak çıktığımızda yine tekrar buraya düşeriz. Burada soracağımız soru: “ Ülkemizin kanunları, toplumun manevi değerleri ve ahlaki kuralları varken ben neden buraya düştüm?” Bu sorunun cevabını burada kendimiz vereceğiz. Saçımızın siyahını ve beyazını kendimiz ayıklayacağız. Başkalarından almaya kalkarsak, yine buraya düşerek kendimizi üzdüğümüz gibi yakınlarımızı da üzmeye devam ederiz. Buraya düşmekle sadece siz değil arkada bıraktıklarınız sizden daha fazla üzülüyor. Seminerlere gelirken yazın sıcağında, kışın soğuğunda o yaşlı büyüklerin ellerinde bastonla sizleri görmeye gelen anne- babalarınızı, eşlerinizin ve çocuklarınızı gördükçe yüreğim sızlıyor.
8- “ Çok yaşayan mı, çok gören mi?” Üç çeyrek asrı aşan yaşımla ve aynı zamanda çok gezen biri olarak şunu gördüm. Kardeş okul ilişkileri dolayısıyla defalarca gidip geldiğim Almanya’da dikkatimi çeken, Avrupa insanı ayağını taşa vurduğunda: “ Bunu ben neden görmedim.” diye kendini sorgularken, biz de ise ayağını taşa vurup acıdığında, “ Bu taşı buraya kim koydu?” diye başkasını suçluyoruz. Oysa Allah bana bir değil, iki göz vermişken ben bu taşı neden görmedim diye kendimizi sorgulamamız gerekirken başkasını suçluyoruz. Sonunda kavga döğüş. Sonuç ya burası, ya da hastane veya mezar. Bunun örneklerini her akşam haber bültenlerinde seyrediyoruz.
9-İnsan nefsi nalıncı keseri gibi hep kendine yontar ve başına gelen her musibette kendini haklı çıkarır. Şu anda dışarıda bulunan sizce düşman diye tanımladığınız insanlardan sizler için yalan yanlış haberler gelebilir. Bunlar için asla kendinizi üzmeyin bu türlü gelen bilgileri de merak edip dinlemeyin. Kötü zan sahibinindir. Fırat nehrinin ağzına gem vurabilirsiniz hatta Keban barajı ile vurduk bile ama insanların ağzına gem vurup kapatamazsınız. Bu konuda en büyük örnek yüce Rasülümüz’dür. Hendek harbinde mübarek yanağından yara alan dişi kırılan peygamberimiz ashabıyla beraber Medine’ye dönerken “Küçük harpten büyük harbe gidiyoruz” buyurduğumda, arkadaşları : “ Yaresülellah yeni bir savaşa mı gidiyoruz?” dediklerinde, Yüce Rasül: “ En büyük savaş insanın kendi nefsiyle yapmış olduğu savaştır.” buyurur. İnsan kendisiyle kavga ederse, başkasıyla kavga etmeye bahane bulamaz.
Gazali de “ insanlarla münakaşa etmeyin. Münakaşanın sonucu kavga, kavganın sonunda elin tabanca mı, bıçak mı, taş mı ne tutacağı belli olmaz. Sohbet edin sohbetin sonu dostlukla biter. “ demiştir. ( Devam edecek) www.kadirkeskin.net
Yorumlar
Kalan Karakter: