İLLA AŞK
Günlerdir deli deli esen rüzgar dindi, ince bir yağmur başladı nihayet. Güneş de var üstelik. Yağmur damlaları billur gibi parlıyor güneş ışığıyla. Dağdaki otların, zeytin ağaçlarının yeşili gözlerimi kamaştırıyor. Koyunların çıngırak sesleri, yeni doğmuş, zıplaya zıplaya annelerinin peşinden koşuşan kuzucukların melemeleri inanılmaz huzur veriyor her zamanki gibi. Kış aylarında gündüz, yaz aylarında ise geceleri gelirler koyunlar dağa. Kuzuların melemelerine karışan çıngırak sesleri ve çobanın seslenişleri duyulmaya değerdir. Koyunların sahibi ve çobanı Mustafa amca çok sevdiğimi bildiği için özellikle evimin hizasında otlatıyor sürüyü. Bazen selamlaşıp hal hatır soruyoruz. Fırsat bulmuşken teşekkür ediyorum. Çok mu seviyorsun, sağlığına iyi mi geliyor kuzucuklar? Çok iyi görünüyorsun maşallah diyor.
Dağın yamacındaki komşu Ali bey yumurta getirmeyince kendim gitmek zorunda kaldım önceki gün ve iyi ki getirmemiş dedim. Dağ muhteşemdi çünkü. Yakından çok daha güzeldi. Yukarılara çıktıkça gökyüzü de daha bir güzelleşiyordu. Elini uzatsan dokunacakmışsın hissi ile bambaşka duygulara neden oluyordu. Çiçeklerinin kokusu içimi bayıltan iğde ağaçlarını, çoğunun adını bilmediğim ancak çocukluğumdan çok iyi hatırladığım rengarenk dağ çiçeklerini seyredip fotoğraflarken, o kümesleri dolaşıp beş tane bulup getirdi hemen sağ olsun. “Günlük taze getireyim, şifa olsun inşallah Şeyda hanım; Oturmaya da buyur gel, biz komşuyuz.” dedi. İnşallah, siz de buyrun diyerek ayrıldım.
Dönüşte daha dikkatli baktım, bitki örtüsü de değişmişti her yıl olduğu gibi. Şubatta dağ laleleri ile başlıyor hep; Gelincikler, papatyalar derken mayıs sonunda hatme güller ve mor deve dikenleri açıyor. Bahardaki yeşillik yerini güneş ışığında uhrevi bir güzelliğe bürünen altın gibi parlayan saman sarısına bırakıyor.
Elli yıla yakın yorucu, zor hayat sonunda emekli olarak İstanbul'un ezici kalabalığından kaçıp sığındığım, memleketim Manisa'nın Salihli ilçesindeki güzel huzur yuvam, zor hayatım için Rab'bimin tesellisi, hediyesi diye hissediyorum. Lütfunun farkında, her daim şükründeyim de şükürler olsun. Uzakta olduğum otuz beş yıl boyunca, hep üzerinde çoban ve kuzularıyla Bozdağları hayal etmiştim, hatta resimler çizerdim dağda otlayan koyun, kuzular ve çoban figürlü. Nedense çobanı hep bir ağaca yaslanarak oturmuş kaval çalarken resmederdim. Nereden aklımda kaldı ise. Burada hep ayakta olduğunu gördüğümde çobanın eline bir kaval verip, lütfen şu zeytin ağaçlarından birine yaslanır mısınız, ben sizi hep böyle hayal edip resmetmiştim demek gelir içimden. Meğer çobanlar hiç oturmazmış, otururlarsa koyunlar kaçarmış. Evimi alıp içini yaptırdığım günlerde bilmiyordum dağa çoban ve koyunların geldiğini, hiç rastlamamıştım, taşındığım gün gördüm ve sevinçten çıldırdım.
Yıllarca her atandığımız şehirde, lojmanımızı görmeye gittiğimizde, eve girer girmez hemen mutfak penceresine koşardım. Pencereden bir tek de olsa bir ağaç görünüp görünmediği olurdu merakımın, heyecanımın nedeni. Anne olarak evin bana düşen bölümü daha çok mutfak olduğundan, penceremden o bir tek ağaç üzerinden kainattaki değişimi, mucizeyi, sırrı takip etmekti en büyük zevkim, heyecanım çünkü.
İlkbahar gelince doğanın tomurcuk tomurcuk aşkla uyanışını, sonrada yeşilin tonlarını izlerdim açıktan koyuya günbegün yapraklarında. Belki çiçek de açardı, akasya ya da badem, erik, kirazsa. Yazın koyulaşırdı renkleri yaprakların, gölgesi olur, meyve verir, çocuklar asılırdı dallarını. Sonbahar gelince de yapraklar hayran olduğum o muhteşem kızıl rengine dönüşüp konfeti gibi dökülürdü sonbahar rüzgarlarıyla. Sonbaharın sonlarında tek tük kalan yaprakları saymaya çalışır, son yaprakları sayarak ölümü bekleyen hastane arkadaşı için, yağmurlu bir gecede tıpkı diğer yapraklar gibi yaptığı bir yaprağı ağaça sıkıca bağlayarak, bir hayatın kurtuluşuna vesîle olan, yağmurda ıslandığı için kendisi hastalanıp, hayatının şaheserini yapmış ve bir hayatın kurtulmuş olmasının mutluluğuyla bedenen ölen ancak hikayesiyle ölümsüzleşen ressamın son yaprak adlı hikayesini düşünürdüm.
Kış geldiğinde, tam içime kasvet veren çıplaklık oluştuğunda aniden kar bastırır o kup kuru dallar gelin gibi ne muhteşem olurdu. Seyre doyamazdım. Tıpkı mevsimler ve ağacın mevsimlerle değişen güzelliği gibi, hayatın her dönemi de ayrı güzel, yaşamak her şeye rağmen, her haliyle ne güzeldi!
İşte bu evime yerleşince anladım ki; Allah'ım o çok sevdiğim ve özlemle hep görmeyi dilediğim mucizesi ağacını, onlarca olarak, üzerinde çoban ve koyunlarıyla üstelik Bozdağlarımı da pencerelerimin önüne getirmişti adeta. Lütuflarına layık olabilmeyi, hakkını verebilmeyi, devamını, rıza dairesinde, sağlıkla, huzurla, mutlulukla yaşamayı, hakkınca kulluk, ibadetle, yazarak, daima doğruları, güzellikleri aktararak ve murad ettiği her şekilde hizmetini de nasip eylesin inşallah.
Sürekli İzmir'e tedaviye gidip gelmelerim bitti çok şükür, artık üç ayda bir kontrole gideceğim sadece. Evde kullanacağım ilaçlarımı, çok mutluyum bu yüzden. Altı aydır hastanelerde, yollardaydım. Evimi çok özlemişim. Yağmur nedeniyle dağım da, on bir yıl sonra yeniden ve bu kez üstelik tek başıma ciddi hastalıkla mücadele sürecinde iyice bilenen duygularım nedeniyle her bahane ile doluveren gözlerim gibi ıpıslak. Misk gibi toprak ve genzimi yakan kuru ot kokusu yayılıyor evimin içine. Dağda inecikler, horoz ve tavuklar da otlardan beslenmeye çalışıyor. Kargalar istila etti bir ara çığlık çığlık, toplu halde gelip gittiler. Pisiciklerim de beni çok özlemişler. Hava serin olduğundan mutfakta yaptım kahvaltımı. Beni göremedikleri için olsa gerek, açık balkon kapımdan girip paspasın üzerine uzanarak beni izliyorlar. Bakışlarında, şükran, özlem ve sevgiyi görebilmek ne güzel... Sevgi, huzur, dua ve şükürle; İlla Aşk’la yaşamak ne güzel! Sonsuz şükür Rab’bim!
Yıllarca koşuşturmanın, elli beş yıllık yorgunluğun ardından, her konuda elinden gelenin en iyisini yapmaya gayret etmiş olmanın huzuruyla evde olmak, tek başına olabilmek, ibadet dışında hiçbir zorunluluk altında bulunmamak, sadece yapmak istediklerinle meşgul olabilmek ne iyi geliyor. Hep hayal ettiğim gibi, Bozdağların eteğindeki huzur yuvamda, uzanıp alabileceğim mesafeye koyduğum okumam gereken kitapları yoruluncaya kadar okumak, yorulduğum anda, koltuğumun üzerinde hazır duran evlat- cennet kokulu, yavrularımın hediyeleri yün şallarımı üzerime çekip, kucağımda kitabımla oracıkta uykuya dalmak. Acıkınca kalkıp sadece yemek istediğim şeylerle karnımı doyurmak. Köy usulü doğal kahvaltı, bol meyve, salata, özellikle kestane, portakal bu mevsimde. Greyfurt, portakal suyu da içimin yangınına en iyi gelen serin serin. Artık ağır yemek ve bitkisel de olsa hiç ilaç istemiyor bünyem, görmek bile istemiyorum.
Komşularım ilk kez günlerdir tül perdelerimi kapalı görüp merak etmişler. Dağı seyredebilmek için ve genellikle kimse olmadığından kapatmazdım hiç. Artık koyu renk olduğu halde tül perdelerin arkasına gizlenmek, günü oradan izlemek geliyor içimden. Ne çok yorulmuşum meğer. İçimde sadece dayanılmaz bir yazma aşkı duyuyorum nedense, yaşadıklarım, hissettiklerim benden sonra kalsın, okunsun istiyorum.
İlk yazma hevesim ilkokul yıllarıma dayanır. Tam bir kitap kurdu olduğumdan öyle çok okumuştum ki sonunda yazma hevesine kapılmıştım. Yaz tatilinde ele geçirdiğim kullanılmamış bir defteri doldurmuştum hatta. O zamanlar çok ilgi gören köy konulu romanları taklitti sanki. Köyün zalim ağası, ikili oynayan muhtarı ve sömürülen köylüleri epey konuşturmuştum. Köyün en güzel kızı ile en yakışıklı delikanlısı arasında olmazsa olmaz, illa aşk da vardı elbette.
Tam otuz sekiz yıl önce, yatılı okul yıllarımda da yazma niyetine girmişken ne olduysa bırakmıştım yine. Evli olduğum, çalıştığım yıllarda değil yazmak doğru dürüst okumaya bile halim vaktim olamamıştı ne yazık ki. Askeri hastanelerdeki nöbetli yoğun işim, peş peşe doğan iki yavrumu büyütme çabası ve neredeyse nefes alamadığım hastalıklarla boğuştum ancak. Yirmi yılım hastaneler ve mutfakta geçti.
Kırk yaşımda, ilk kanserle karşılaştığım ve alt üst olduğumda, kızımın götürdüğü Boğaziçi üniversiteli genç ve güzel psikolog Pınar hanım; "Kendinizi çok güzel ifade ediyorsunuz, sizin rahatlamanız için tek çare yazmanız." demişti. Yazmak için hiç hazırlığım, donanımım yok ki bahanemi öne sürdüğümde cevabı, bir yerden başlamak gerek ama değil mi olmuştu. Bir türlü başlayacak o yeri bulamamıştım ne yazık ki.
Zorunlu hayat meşgalelerine fazlaca kapılmak, önceliklerimi belirleyememek, kendimi hep en sona bırakmak gibi süregen hatalarla her beş yılda yeni bir bağışıklık sistemi hastalığı eklenerek kırk yaşıma gelmiş ve nihayet kansere de yakalanmıştım ancak hala hatalarımın idrakinde değildim. Huzura hasret ve bir o kadar daha yorucu on yıl sonra hastalık ikinci kez taarruza geçtiğinde ister istemez başladım ay ışığında ve gaz lambası yazılarımla. Yazmadan dayanamayacağımı anlamıştım sanıyorum.
Artık çalışmıyorum, yavrularım da yuvadan uçtu, hiç bahanem kalmadı. Aklıma, pek çok bahaneyle bir türlü yazmaya başlayamayan, yıllar sonra gereken her şeye sahip olmuşken, en sonunda koşullar uygun olduğu halde yazmaya başlayamamasına sinekleri bahane bulan hikaye kahramanı gelip gülümsüyorum kendi kendime. Onun gibi de olma sakın diyorum. Artık sinek bile yok evimde. Rab'bim sağlık, ömür lutfetsin inşallah tamamlayabilmek için. Yazmalıyım ancak acılara, umutsuzluğa değil, güzelliklere, umuda odaklı. Gönüllere dokunabilmek, ihtiyaç içindeki canlara moral, güç kaynağı, umut ışığı olabilmek için. İnşallah.
Başıma gelen her hastalık başka bir hayra vesile ve farkındalık sebebi oldu. On bir yıl ara ile iki radyoterapi tedavisi sekeli olarak kalp ve nefes darlığı sorunum ortaya çıktığında alabildiğim her nefes için şükür sayım da arttı kalp atışlarımla birlikte. Hasta olunca hatıralar ve o güzel yılların tanığı eski fotoğraflar önemli oluyor nedense. İnsan ölmekten çok yaşadıklarının, hissettiklerinin kalıcı olamamasını, unutulacak olmasını önemsiyor galiba. Dünyaya daha çok tebessüm eden fotoğraf ve kelimelere dökülmüş yaşanmışlıkları, duyguları ile gönlünden döküldüğü, elinden geldiğince bir hoş seda bırakabilmek istiyor. İnşallah.
İlla Aşk /Adevviye Şeyda
İlla Aşkla
Yayınlanma :
15.05.2021 16:56
Güncelleme
: 15.05.2021 16:56