Öncelikle ülkemizin merkezinden en ücra köşelerine kadar görev yapan tüm din görevlilerimizin gününü ve camiler haftasını tebrik ederek, görevlerinde başarılar temenni ederim,
Bu yazımı da bir dost gözüyle yazıyorum. Amacım bağcılarla cebelleşmek değil. Müsaadenizle hemen konuya gireyim.
İnsan nefsi övülmekten, beğenilmekten takdir edilmekten fıtraten hoşlanır. Ama nedense ister iyi, isterse kötü niyetli olsun, yapılan eleştirilerden hoşlanmaz.
Bildiğiniz gibi geçen hafta “ Atanmış değil, Adanmış Ruhu ile Görev Yapan Fatih Söylemez “ başlıklı yazım üzerine “Allah sayılarını artırsın” gibi övgülerin yanında,“ Sayın Hocam 150.000 civarında personeli olan Diyanet İşleri Başkanlığı personelini yok sayan yazınızı üzüntü ile okudum. Kınıyorum “ vs. türlü eleştiriler aldım. Burada eski İslam alimlerimiz, eleştiri yapan insanlara olan tutumlarını aşağıda arz edeceğim. Rabbimiz Saf: 2 de “ Ey inananlar yapmadığınız ve yapamayacağınız şeyi, niye söylüyorsunuz?” buyuruyor.
Bildiğiniz gibi emekli bir öğretmen olarak eğitim seminerlerime devam ediyorum. Seminerlerimle ilgili aldığım takdirden ziyade, ister iyi niyetli, isterse kötü niyetli olsun eleştiriler daha çok hoşuma gidiyor. Yapılan eleştiriyi evime gelip, sunumumu dinleyici gözüyle izlediğimde, izleyicime hak veriyorum. Sunumumdaki gerekli değişikliği yaptıktan sonra, seminerime eleştirisiyle katkı yapan kardeşime telefonla teşekkür ediyorum. Çünkü takdir ve övgü insanı uyuşturuyor, eleştiri de insanı geliştiriyor. Eski İslam âlimlerimiz de eleştiri yapan insanları “ Manevi ikram dostu “ olarak kabul ederlermiş. Maalesef bugün nedense düşman olarak kabul ediyoruz. Meslektaşlarımdan ricam, aşağıdaki düşüncelerimi bir dost gözüyle değerlendirmelerini sağlık veriyorum. Çünkü yukarıda da arz ettiğim gibi hiçbir zaman bağcılarla işim olmadı. Amacım evet amacım, üzüm yemek.
Geçen haftaki sözünü ettiğim yazımda Manisa - Şehzadeler eski Sanayi Camii Din görevlisi Fatih Söylemez’in çalışmalarından söz ettikten sonra
“Ankara’dan en ücra köy ve mezraya kadar ülkemizde teşkilatı ve personeli olan tek kurum; Diyanet İşleri Başkanlığıdır. Bugün Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı olarak 100 bin civarında cami, yine yüz bin dolayında imam ve müezzin 20 bin Kur’an Kursu öğreticisi,
Üç bin Vaiz ve 1500 müftü ile Türkiye’de hiç bir kurum veya kuruluşun böylesine yaygın teşkilatı ve geniş imkânları olan başka bir kurum yoktur. Bu imkana rağmen Din hizmeti vermekle yükümlü kurumun ve taşrada görev yapan bazı personelinin camilerde devlet memuriyeti ile görev yaptıkları için arkasında namaz kılan cemaatle hizmete yönelik iyi bir diyalog kuramadıklarından “ söz etmiştim.
Mesela arkasında namaz kılan cemaatin bir fazla olması, günde kırk rekatta okunan Fatiha suresinin manasını cemaatin bilip bilmediği, genellikle yatsı ve sabah namazlarından sonra okunan aşırların gün aşırı da olsa manaları okunsa, günaha mı girilir? Allah bize yüce kitabımızı teganni ile güzel okuyun buyurmuyor. Güzelce anlayarak hayatımıza yansıtmamızı istiyor. Genelleme yapmadan söylüyorum, İmam arkadaşların kendilerini sadece namaz kıldırmakla yükümlü oldukları düşüncesiyle arkasında namaz kılan cemaatin ‘benden nasıl bir hizmet bekliyor?’ gibi bir gayret içinde değiller. Elbette yüz elli bin personeli olan bir teşkilatın personelinin bu yazım dolayısıyla aynı düşüncede olduğunu söyleyemem.
İyi niyetle kaleme aldığım bu yazımı kınayan, üzüntülerini ifade eden din görevlisi arkadaşlarıma, “ Kalbine giremediğin insanın beynine de giremezsin” ata sözünü hatırlatmak isterim Nitekim İslam dininin uzak doğuda yayılmasana vesile olan “ DAİLER” dediğimiz Müslüman tüççarların gittikleri yerlerde özüyle, sözüyle, dürüstlüğü ile yöre halkanın kalbine girmeleriyle yayılmıştır. Fatih Söylemez kardeşimiz de cemaati olmayan camide çocukların ve cemaatinin kalbine girerek bu başarıyı elde etmiştir, etmektedir. Eleştiri yapan kardeşlerime söylüyorum. Sizler de atanmış değil, cemaatinizin kalbine ve beynine girerek adanmış ruhuyla görev yapıyorsanız, özür diler, takdir ve tebriklerimi sunarım. Nitekim daha önceki yazılarımda görevine adanmış ruhuyla hizmet eden Manisa’da yakinen tanıdığım Sefer Hoca, Cemil Hoca, Hüseyin Demirhan hoca efendilerle birlikte, Sosyal Medyadan tanıdığım İzmir’den Süleyman Tuğrul, Denizli’den de tanıdığım Nevzat Özekinci hocalar da meslekleriyle ilgili sosyal medyadan yumuşak üslupları ile sürekli bilgilendirici yazılarla takdire değer gayret içindeler. Kendilerini daha önceden kutladığım gibi yazım vesilesiyle tekrar kutluyorum. Elbette tanımadığım çok değerli din görevlisi arkadaşlarımızın da olduğuna kaniim. Benim amacım böyle vefalı ve başarılı hizmetler ifa eden meslektaşlarımızı yazıya dökerek diğer meslektaşlarımıza örnek olarak sunmaktır. Herhalde bir hata işlememişimdir. Yanlış yaptıysam özür dilerim.
Bu konuda sayın Fatih Söylemez hocamızın çocuklara olan yaklaşımının ne kadar kıymetli olduğunu anlatmak açısından Konya’da yaşadığım örnek bir olayı da din görevlisi arkadaşlarımın takdirlerine sunarak, siz okurlarımla paylaşmak istiyorum.
Torun görmeye gittiğimde Konya’da ilkokula devam eden torunumla yatsı namazlarına çıkıyorum. Genelde oturdukları evin yakınındaki camilere giderken bir gün daha uzaktaki bir camiye gittik. Namaz sonrası hocamız görevli odasına bizi alarak torunumun ismini, halini, hatırını, derslerini sorduktan sonra gülyağıyla başını okşadı. Arkasından da çikolata ikram ederek “her zaman camiye beklediğini” söyledi. Hocamızın bu davranışı torunumun o kadar hoşuna gitti ki bir daha öbür camilere götüremedim. Hep aynı camiye gitmek durumunda kaldık. Eski sanayi Camii hocası Sayın Fatih hocamızın da yaptığı bundan farklı bir şey değil ki…
Özellikle son yıllarda gerek karşı mahalleden, gerekse kendi mahallemizden Diyanet İşleri Başkanlığı ile Din görevlilerimize yönelik sosyal medyada yoğun eleştiriler görüyoruz.
Din yüzünden ekmek yiyen, din yüzünden çoluk çocuğunun karnını doyuran, din hizmetleri dolayısıyla makam, mevki sahibi olup, Din görevliliğini meslek edinen kardeşlerimiz bu eleştirilere karşı hakaretle cevap verme yerine, empati yapıp kendilerini çek etmelerinde yarar var. Şöyle ki:
1-Malum atanmış devlet memuru 8 saat mesaisini ifa ederek ay başında eksisiz maaşını alırlar. Kendini memur olarak gören din görevlisi arkadaşlarımız da, öğle namazından sonra yatsı namazına kadar camilerini açık tutarak 8 saat mesailerini tamamlamaları gerekmez mi? Örneğin Fatih Söylemez hocamız öğle namazından sonra, yatsı namazına kadar camisini açık tutuyor.
2- Bugün camilerin bahçeleri mahalle çocuklarının oyun bahçesi gibi cıvıl, cıvıl çocuk sesleriyle çınlamaktadır. Din görevlisi arkadaşların Fatih hocamız gibi çocukların kalbine girerek, bahçenin dışındaki çocukları, caminin içine koyamazlar mı?
3- Bizim vatandaşımız çok vefakârdır. Özellikle din hizmetlerinde daha duyarlıdır. Karşılık olarak altında kalmazlar.
4-Sela, cenaze, nikah, Mevlit. dahil her türlü dini hizmetler, din görevlisi arkadaşlarımızın temel görevi olup, buralardan gelen nikah, sela, cenaze hariç camilerde okunan mevlit sahibinden gelen ücretlerin cami derneği kaydına alınarak caminin müteferrik masrafları buradan karşılanamaz mı?
5- Özellikle camilerde sık sık okutulan mevlitler dolayısıyla caminin minaresi dâhil, caminin içindeki tüm lambalar yakılarak mevlit gecesindeki elektrik sarfiyatı, caminin bir haftalık elektrik sarfiyatına denktir. Mevlitten alınan paralar cami derneğine kaydı yapılarak caminin elektrik ve diğer masrafları buradan karşılanmaz mı?
6- Din hizmetlerinden gelen bu paranın bir kısmını da camiye gelen çocuklara harçlık, şeker, çikolata vs gibi ikramlar yapılarak çocukların camilerle ilgili bir gönül bağı oluşturulamaz mı? Zira şu andaki cami cemaatinin yerini gelecekte bu çocuklar alacak. Nitekim yukarıda saydığım yerlerden gelen paraları bu şekilde değerlendiren din görevlisi arkadaşımız da var. İsmini vermek isterdim ama kendileri katiyetle müsaade etmedi.
7-Eksiksiz bütün camilerimizin tuvaletiyle birlikte üzerinde güneş enerjisi olan şadırvanı bulunmaktadır. Mevcut tuvaletlerin bir kabini duş yapılarak evden uzaklaştırma cezası alan kardeşlerimizle, yolda, yolakta kalmış kardeşlerimizin duş ihtiyacını giderseler ne kadar hora geçer.
8- Evden uzaklaştırma cezasına katılmama rağmen son yıllarda kadınlara verilen pozitif haklar dolayısıyla uzaklaştırma cezası olan erkeklerin bugün hastanelerin acilleriyle, cami avlusundaki banklar üzerinde yattığına şahit oluyoruz.
9-Peygamberimiz zamanından Osmanlılara kadar camiler sosyal hayatın merkezi idi. Nöbetçi eczane, nöbetçi karakol, nöbetçi noter oluyor da, neden kentlerde Diyanet İşleri Başkanlığı birer nöbetçi cami bulundurmuyor?
10-Sevinçler paylaşılınca çoğalır, üzüntüler de paylaşılınca azalırmış. Gerek uzaklaştırma, gerekse başka türlü üzüntü içindeki kardeşlerimizin nöbetçi camiye giderek sıcak bir çayla hocamızla dertleşip hocamızın rehberliğinden yararlanmalarını düşünmüyoruz?.
Yukarıda da arz ettiğim gibi Din görevliliğini meslek edinen, dinden çoluk çocuğunun karnını doyuran, at araba ev sahibi olan en ücra köşede görev yapan din görevlimizden, makam, mevki sahibi olan tepedeki görevlilerimize kadar gerek karşı mahalleden, gerekse kendi mahallemizden gelen eleştirileri tümüyle reddetme yerine, arkalarına bakarak vicdani bir muhasebede bulunmaları gerekir.
Sonuç: Sade bir Müslüman olarak âcizane teklifim, “BUGÜNE KADAR BÖYLE GELEN HİZMETLERİN BUNDAN BÖYLE DEVAM ETMEMESİ GEREKİR.” Diyanet İşleri Başkanlığımız, camilerimizi sosyal hayatın merkezi haline getirilmesi için personeli ile ilgili görev tanımlamasını güncellemede yarar var. www.kadirkeskin.net
Yorumlar
Kalan Karakter: