Bizler de Çocuktuk ve Çocuk Gibi Yaşadık.
Dünün çocukları olan bizler araba nedir, kemer nedir, motosiklet nedir, bisiklet nedir? Kask nedir? Bilmezdik. Telefonu hiç duymadık. Çocukluğumun en büyük hayali bir bisiklet sahibi olmaktı. Onu da babamızdan isteyemezdik. Çünkü babalarımızın bütçesi onu almaya hiç müsait değildi. Nitekim çocukluk rüyamı,1969 yılında öğretmen olduğumda, aldığım ilk maaşımla müstamel bir bisiklet almakla gidermiştim.
Pekâlâ, biz çocuk değil miydik, bizim oyuncağımız yok muydu? Elbette vardı. Bizim oyuncaklarımız, çelik çomak, kum ve çamurdan ibaretti. Bir de tahtadan yaptığımız araba ile çaputtan yaptığımız toplardı.
Pekâlâ dövüşür, kavga eder miydik? Hem de alasını ederdik. Kimimizin başı kanar, kimimizin kolu incirdi. Günde belki on defa kavga eder, on kez de barışırdık. Kavgamıza büyükler karışıp ta mahalle kavgaları yapmazlardı. Dövüş ve kavgalarımıza asla müdahil olmazlardı. Kendimiz kavga eder, yine kendimiz barışırdık.
Oyun oynarken, terlerdik, susardık, acıkırdık. Susadığımızda hazır su şişelerinden değil de yakınsa ya köy çeşmesine gider kana kana su içer susuzluğumuzu giderirdik, ya da çamurlu kaynak sularından eğilir içerdik. Hiç birimizin omzunda beslenme çantası yoktu. Zaten beslenme çantası diye bir şeyin ismi esamisi yoktu. Olsa bile evlerimizde onun içine konacak bir şey yoktu.
Oyun oynamaya çıkmanın tek şartı, akşam ezanı okunmadan önce eve dönmekti. Cep telefonu yoktu ve hiç kimse nerelerde gezdiğimizi bilmiyordu!
Bir sürü yaramız, kırılmış kemiğimiz ve kırık dişimiz vardı. Fakat hiçbir zaman birileri bu yüzden mahkemeye verilmiyordu. Kız ol, erkek ol... Hepimizin dizlerinde yaralar vardı. Kabuk kabuk... Tepişirdik, dövüşürdük ağaçtan düşerdik, oramız buramız kanardı, kaşımız patlardı, kafamız yarılırdı...
Video oyunlarımız, sayısız kablolu kanalımız, akıllı cep telefonumuz, bilgisayarımız, sosyal ağ profillerimiz yoktu. Onun yerine kanlı canlı arkadaşlarımız vardı bolca!
Cicili böcülü ambalajlı gıdalar bilmezdik. Tek bildiğimiz bakkaldaki bisküvi ve lokumdu. Bir de köye gelen Çerçilerin “ NANE ŞEKER PARAYI ÇEKER, PARASI OLMAYAN SÜMÜĞÜNÜ ÇEKER” diye bağırarak sattıkları nane şeker ile keçiboynuzu idi. Onu da almak için kümeste yumurtaya yatan tavuklarımızın başında nöbet beklerdik.
Üç öğün yemek diye bir âdetimiz yoktu. Günün temel menüsü sabah tarhana, akşam bulgur aşı idi. Ancak eve misafir gelmişse kuru fasulye ile sulu patates yemeğini görürdük. Öğleyin ise salçalı bir kuru bir yufka ile karnımızı doyururduk.
Bütün köy çocukları olarak varlıkta değil, yoklukta hepimiz eşittik. Kanaatkâr çocuklardık biz. Hiç birimiz ailemizin gücü dışında onlardan bir şey istemezdik.
Bulabilirsek kışın naylon poşetten kızaklar...Baharın da olmadan dökülen erik ve armutlarla, ağaç dalından kılıçlarla, yukarı mahalledeki yaşıtlarımızla yaptığımız savaşlar. Ama bu savaşlar hep barışla sona ererdi.
Çocukluğumuzda bildiğimiz iki tatlı vardı. Biri köye gelen Çerçilerin sattığı keçi boynuzu, diğeri de fakir zengin her evde bulunan pekmez küpleri idi. Bolca pekmez, salçalı ekme yiyorduk ve gerçek şekerli içecekler içiyorduk; hiç kilo sorunumuz olmazdı. Omega neydi, vitamin takviyesi de kimdi? Hiçbirimiz zihinsel gelişim için gıda desteği almazdık, konuşmayı öğrenmek için özel hoca nedir bilmezdik. Hepimiz de zehir gibi çocuklardık. Hiç birimizde alerji diye bir araz yoktu.
Bazılarımız okulda başarılı değildi ve sınıfta kalabiliyordu. Fakat bu yüzden kimse psikolog ya da pedagoga gönderilmiyordu. Aramızda hiç Hiperaktif çocuk yoktu ki, hiperaktif denen bir kelime bilmiyorduk.
Sınıfta kalan arkadaşımızın babası okul basıp öğretmen dövmezdi. Usluca sınıf tekrar yapılıyordu.
Üstelik büyüklerimize de son derece saygılıydık. Büyüklerimiz otur, demeden oturmazdık. Oturuyorsak bile büyüklerimiz geldiğinde onlara yer verirdik. Analarımızdan, babalarımızdan su istemezdik. Üstelik onlar bizden isterlerdi. Su verirken de hürmet nişanesi olarak elimizi göğsümüze koyardık. Seminerlerimin sonunda anne babaların bulduğu işleri beğenmeyen, “bu paraya çalışılır mı? diyerek iş beğenmeyen, 32 yaşına kadar 32 kuruş kazanmadan, içtiği çayı ve suyu ayağına getirten delikanlıların annelerinin göz yaşlarını gördükçe içim sızlıyor
Birkaç ay önce Manisa Şeyh Fenari Cami durağından benimle beraber elinde bastonlu bir ninemiz de dolmuşa bindi. Dolmuş balık sırtı yolcu ile doluydu. Koltuğun birinde 7 veya 8 yaşlarında bir erkek çocuğu, koltuğun başında dikilen annesi, yaşlı kadını görünce çocuğuna yer vermesini söyledi, Fakat çocuk kalkmadı. Annesinin ısrarları karşısında çocuk: “ Burası benim hakkım önce ben bindim, burada oturmak benim hakkım.” deyince annesi mahcup oldu ve nihayet anne: “Hep özel araba ile seyahat ettiğinden toplu taşım kurallarını bilmiyor” diye çocuğunun ayıbını kapatmaya çalıştı.
Evet, üç çocuk bir limonatayı paylaşabiliyorduk... Aynı bardaktan su içebiliyorduk ve kimse bu yüzden ölmüyordu. Ve hasta olmuyordu. Yukarı mahallede oturan arkadaşlarımızın kapılarını çalıp, hatta çalmayarak içeri girip onları oyun oynamaya çağırabiliyorduk!
Dışarıda, o acımasız korkunç dünyada! Korumamız olmadan! Nasıl mümkün oluyordu bu? Nasıl oldu da bütün bunlara rağmen hayatta kalmayı başardık? Ve daha da önemlisi kendi kişiliğimizi bu şartlar altında nasıl oldu da geliştirebildik? Bizler çok güzel ve mutlu yaşadık çünkü bizler 'süs, sera ve saksı bitkisi' değil, ' Çocuktuk ve çocuk gibi yaşadık.’
Dedemden duyduğum unutmadığım bir söz: “Keçi nereye çıkarsa oğlağı da oraya çıkar.”
www.kadirkeskin.net
Yorumlar
Kalan Karakter: