Dünyaya garip olarak gelenler her zaman garip ve buruk olarak gitmeye mahkûm mu diye sordu Şair ve cevabını yaşayarak öğrendi evet garip ve buruk olarak gitmek zorundaymış…
Ve sonra ekledi, ait olduğum yerde değilim olduğum yere de gidemiyorum ne zaman bitecek bu ömür sürgünü diye mırıldandı kendince, aslında bir iç çekişti bu hasrete ve özleme, bir adım kadar mesafeydi aslında ama bir ömür kadar uzaktı…
Hasret kimi insanlar için bir alın yazısı olmuştur dedi kendi kendine. Bu bir kaderdir diye de ekledi, ne yaparsan yap bunu değiştiremezsin çünkü teksindir bu hayatta. Sen ne zaman çevrende kalabalıklar oluşsun desen de aslında içlerinde hep tek kalmışsındır. Denildiği gibi yalnız kalanlar her zaman yalnız kalmaya mahkûmdur sonuçta dedi.
Tek başına her türlü zorluklarla baş etmesini üstesinden gelmesini öğrenmiştim halbuki dedi şimdi bu yenilgide nereden çıktı diye söylendi kendi kendine şair. Bu yenilgi yürek sızısıydı aslında yürek burkulması. Bir iç çekiş geçmişse, bir iç çekiş hiç olmayacak olan geleceğeydi aslında. Ve sonra dedi kendi kendine ne yapsan boş Nuh diyen Peygamber demiyor ama bilmiyor ki Nuh’un da bir Peygamber olduğunu aslında Nuh demekle Peygamberliği tasdik ettiğini. Ama işte alışılagelmiş bir kalıp vardı o aşılamıyordu. İlk kelime evet olsa da ikinci kelime hayırdı ve o tüm olurları olmaz yapıyordu.
Tüm kapıları zorladı şair ama açamadı kapıyı. Ya da duyamadı o kelamı. Dostluğun pahayla ölçüldüğü yıllara denk gelmişti şair kendisi hala zamanı iki tokata satılmayan sarımsak tarlasının olduğu yıllarda sanıyordu. Ama devir değişmiş zaman insanların gönüllerinden almıştı güveni. Onun yerine hep bir kuşku ve soru işaretleri dolmuştu.
Dedi şair kendi kendine şimdiye kadar hep doğru zamanda doğru yerde durdum diye övündün hayat öyle bir tokat attı ki tüm hepsi alt üst oldu sen bu zamana ait değilsin dedi derdinin dermanı burada olsa da şifası bu zamanda değil…
Ve o zaman anladı tek olmanın zorluğunu, küçüklüğünden beri kalabalık ailelere olan özentisinin haklılığını şimdi anladı. Herkes ona imrenirken küçüklüğünde o hayatın paylaşınca güzel olduğunu savunuyordu. Bir tebessümü paylaşacak insan olmalı hayatta kardeşi olmalı insanın ya da ağabeyi ablası olmalı derdi. Sonra olsun dedi veren de vermeyen de O diye iç geçirmişti küçücük aklıyla büyüdüğünde kendisi seçebilirdi bu saydıklarını hem nasıl olsa bir ömür geçireceği hayat yoldaşını kendisi seçecekti en iyisinden. O zaman kardeşini, ağabeyini, ablasını da kendisi seçebilirdi kendi aklınca. Sonra dedi şair eğer kan bağı gönül bağından daha güçlü olsaydı Kabil hiç öldürür müydü kardeşi Habil’i. Evet evet dedi sonra gönül bağı kan bağından daha önemli ve bunu insanın kendisi seçmeli diye ekledi gönlüne kim iyi geliyorsa o olmalıydı ailesinin içinde yöresinde yamacında.
Ve işte burada başladı Şair’in imtihanı. Gitmek istedi gönlüne iyi gelen yere ve gidemedi. Ve şunu anladı paylaşmak güzeldi herkesin bir acısı olmalı dedi kendi kendine bir imtihanı bir sancısı, bir burun sızısı. Ve sonra idrak etti dünyaya tek gelenler tek gitmeye mahkûmmuş dedi. Bir çocuğa yapılabilecek en büyük kötülüğün onun tek kardeş olarak büyümesi olduğunu mırıldanamadı bile gönlünden geçirebildi sadece bu öyle büyük bir imtihandı ki dilini, dudaklarını şahit göstermek istemez gibiydi imtihanına…
Ve sonra dedi Şair “Ne İsa’ya yaranabildik ne Musa’ya” …